KARANLIĞA GİRDİĞİMİZ KAPIDAN ÇIKARIZ

KARANLIĞA GİRDİĞİMİZ KAPIDAN ÇIKARIZ
Yayınlama: 08.04.2020
Düzenleme: 08.04.2020 14:17
5
A+
A-

Bugünün kökleri derinlerdedir. O derinlikleri anımsamazsak bugün olanları anlayamayız. 16. Yüzyıl’da Yeryüzünün en önemli devletlerinden birisi olan Osmanlı Devleti ne olmuştur da çöküşe geçmiş; sonra da dağılıp gitmiştir. Bu sorunun doğru karşılığını bulursak bugünkü çöküşün de nedeni ortaya çıkar.

            Bu soru açısından 1517 ilginç bir yıldır.

            Bu yıl içinde, Avrupa’da aydınlanma için ilk kıvılcım olan, Martin Lüther Büyük Kilise’nin kapısına Papa’nın Tartışılmaz Buyrukçuluğuna karşı çıkan bildirisini astı. Yine bu yıl Osmanlı Padişah’ı Yavuz Selim ele geçirdiği Mısır’dan getirdiği Halifelik ile Sünni-Eş’ari din bilginleriyle ülkesinin bilincini değiştirdi.

            Oğlu Sultan Süleyman döneminde bu değişim çökertici ürünlerini verdi.

            Ne mi oldu?

            Gelin dönemin tanıklarından 17. Yüzyılda yaşayan Katip Çelebi’ye soralım:

            Mizanü’l-Hakk Fi İhtiyar’l-Ehakk adlı yapıtında (Kabalcı Yayınları 21. bet) Katip Çelebi anlatıyor:

            “Ulu Osmanlı Devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet (felsefe) ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün salmışlardı. Ebülfeth (Fatih) Sultan Mehmet Han, Medaris-i Semaniye’yi (Sekiz Medrese) yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış, Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp Hidaye ve Ekmel dersleri okutmayı akla uygun bulduğundan ne felsefiyat kaldı, ne Hidaye kaldı ne Ekmel. Bununla Osmanlı Ülkesinde ilim pazarına kesad gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu.

            Fakır (ben) de yoklama ve ders okutma sırasında yetenekli öğrenciler, Sokrat’ın Eflatunu heveslendirdiği, varlıkların gerçeğini araştıran ilmi öğrenmeleri için heveslendirdim…”

            Felsefe sözcüğünün akıl bilimlerini de kapsadığını anımsarsak konu daha iyi anlaşılır.

            Katip Çelebi geometri bilmeyen bir müftünün doğru fetva veremeyeceği, böyle bir yargıcın da (Kadı) doğru hüküm veremeyeceği örneklerinde akıl bilimlerinin değerini ortaya koyar.

            Katip Çelebi gibilerin çabaları sonuç vermez; Osmanlı’da felfese dışlanır, akıl bilimleri de bidat sayılarak okullardan (medreselerden) kaldırılır.

            Ziya Gökalp’in 1910’da zorlamasıyla medreselere yeniden matematik konuluncaya kadar, medreselerde akıl bilimleri yoktur.

            Avrupa ülkeleri reform ile rönesans ile aydınlanmacı düşünürler ile üretici bilginler ile hızla sanayi devrimine doğru ilerlerken; Osmanlı karanlığa gömülmüş, karanlıkçılık idolojisi egemen olmuştu.

            Katip Çelebi Keşfü’z-Zunûn adlı yapıtında İbni Haldun’u da tanık göstererek bu durumun çöküşün belirtilerinden olduğunu söyler:

            “Çöküş vakti geldiğinde bazı müftülerin (İbni Suud…) felsefe öğretimini yasaklaması, öğrencileri Hidaye ve Ekmel’i öğrenmeye yönlendirmesi yüzünden ilimlerin rüzgarı durgunlaştı ve azaldı, az miktarda belirtisi dışında ilimler tamamen yok oldu… İbni Haldun’un da anlattığı gibi bu durum devletin çöküşünün belirtilerindendir.”

            Devlet, bilimleri yasaklayıp, din bilgilerine bilim diyerek, sadece onları öğretmeye başladığında, bu bilinçsizlik egemen olduğunda, çöküşün başlaması kaçınılmazdır.

            Daha açık söylersek, din adamı geçinenlerin bilgi yığınlarını bilim sanıp, işlerini onlara teslim eden bir devletin yaşaması çetindir.

            Roma’yı, Timurlu’yu, Babürlü’yü, Memlüklü’yü yıkan bu büyük yanlıştır. Osmanlı’nın başına gelen de budur.

            Dahası, devletin dini olan din de öz amaçlarından uzaklaşıp çürümeye uğrar. Çürüyen dine sarılan devletler de onunla birlikte çöker gider.

            Laiklik denilen sağduyulu kavramın önemi de buradadır.

            Roma İmparatorluğunun çöküşünü de anımsamalıyız. Yeryüzünün geçmişindeki en büyük devletlerden biri olan Roma, söz gelimi Sezar döneminde gücünün doruğundadır.

            Akılcı yasaların sağladığı düzen ile düşünceye, bilime açık bir toplum, Roma…

            Sezar İsa’dan önceki yüzyılda yaşamıştır. (Ölümü M.Ö 15) Kendisi de bilgindir.

            Roma’nın üstünlüğü İsa’dan sonra dördüncü yüzyıla kadar sürer. Bu yüzyılda İmparator olan Konstantin yurttaşları arasında yaygınlaşmış olan Hristiyan dinini Devlet Dini yapmak ister. Türlü Hristiyanlık yorumları içinden Pavlus Hristiyanlığını seçer, ötekileri yasaklar. İznik’te topladığı “Konsül” ile bu isteğinin din dayanağını oluşturur.

            Roma’nın çöküşü böyle başlar. Kısa bir süre içinde Pavlus Hristiyanlığı Roma Devleti’nin dini olmaktan öteye geçer, Roma’yı kendi devleti durumuna getirir. Din yüzünden bölünen devlet “Batı Roma, Doğu Roma” diye önce ikiye ayrılır. Batı Roma’nın egemeni Katoliklik, Doğu Roma’nın ki Ortodoksluk olur. Batı Roma’da İncil’in Latincesi, Doğu Roma’da Yunancası okunur.

            Beşinci Yüzyılda artık Kilise Babalarının “astığı astık, kestiği kestik” olur. Sözgelimi öğretmeni Aristo olan Büyük İskenderin adını taşıyan İskenderiye’de Hypatia adındaki bir kadın bilgin, evinde felsefe ile matematik okutuyor diye, Cyril adındaki bir papazın kışkırttığı yobazlarca evinden alınıp, çırılçıplak soyularak kiliseye götürülüp etleri midye kabuklarıyla koparılarak öldürülür. Engizisyonlu yüzyıllar batının karanlığının en koyu olduğu dönem olur.

            Roma İmparatorluğu örneğinden sonra Timurlu’nun çöküşünü de anımsayabiliriz. Ülkesinde bilime, sanata değer veren, inançlara saygılı, kendisi Müslüman olsa da laik Cengiz Yasası temelinde din dışı yasalarla düzeni sağlayan Timur’un Devleti, torunu Ulug Bek döneminde bilimin göklerine çıktı. Ulug Bek’in kendisi araştırmacı bilgindi. Gökbilimdeki çalışmalarından ötürü Ay’daki bir tepenin adına Amerikalılarca Ulug Bek denilmiştir. Kendisini öldürerek yerine geçen oğlunun kısa kağanlığından sonra Timur’un oğlu Miran Şah’dan gelen Ebu Sait döneminde manevi önderlik, bilimi dinin temeli sayan Yesevilikten uzaklaşır, Nakşibendiliğe geçer. Ubeydullah Ahrar bu döneme damgasını vurur. Devlet din devleti durumuna geçer. Ulug Bek’in akıl bilimlerinin okutulduğu Bilim Yurdu (Üniversite) at ahırı olur, gözlem evi toprağa gömülür. Çöküş başlamıştır. Türkistan için karanlık ile karanlıkçılık başlar.

            Biz ona Deli Petro deriz. Ruslar Büyük Petro derler. (ölümü 1725) Aramızdaki büyük düşünce ayrımını bu olay bile açıklamaya yeter. Bu Petro 18. Yüzyılın başı Rusları akla, bilime, teknolojiye açan çağdaşlaştıran, Büyük Çar’dır. On sekizinci yüzyıldan başlayarak Türkistan Rusların eline geçer. Rusların topu tüfeği vardır. Türkistan Türkleri ise “sünnettir” diyerek ok-yay, kılıç-kalkan ile savaşmaktadırlar.

            Aynı “sünnet” Mısır’ın da Şah İsmail’in de Sultan Selim’in karşısında yenilmesine yol açar. Selim’in topları vardır, yaya savaşçılarının tümünde tüfekler vardır. Ötekiler ise bu silahları kullanmayı sünnete aykırı görmektedirler. Mısır’ın yüce Hakan’ı Kansu Gavri Avrupalıların topçu ustaları göndermek isteğini bu gerekçeyle geri çevirir. Şah İsmail ise Selim’e yazdığı mektupta bu konuyu eleştiri olarak gündeme getirir. “Sen sünnete aykırı savaştın” der.

            Selçuklunun büyük veziri Nizam’ın kurduğu Nizamiye Medreselerinde ilk reis Gazali’dir (ölümü 1111).  Gazaliye göre felsefeciler kafirdir. Akıl bilimleri ancak din için yararlı oldukları ölçüde okutulabilir. Sonuçta Selçukluyu batıran da bu anlayış olmuştur. Mısır’ın, İran’ın geri kalmasını da Timurlunun çökmesini de bu anlayıştan başka neye bağlayabiliriz?

            Bir örneğim daha var: Babürlü Devleti’nin çöküş öyküsü:

            Büyük Babür on altıncı yüzyılda Hindistan’ı alarak bir Türk Devleti kurdu. 1530 yılında öldüğünde yerine oğlu Hümayun geçti. Sonra onun oğlu Şah Ekber tüm, Hindistan’ı ele geçirdi. Ülkeye düzen getirdi. Bunlar Timur aydınlığını sürdüren akla-bilime, sanata değer veren Hakanlardı.  1658’de ölen Şah Cihan’dan sonra (Ekber’in torunu) yerine geçen oğlu Evrengzip döneminde ise artık bu Türk Devleti bir Nakşibendi Devleti durumuna geçmiştir. Düşünce, inanç özgürlüğü ortadan kalkmış, sanat dışlanmış, akıl bilimleri yok sayılmıştır. Döneme burada damga vuran Nakşibendi tarikatının “Müceddid-i Elf-i Sani” (ikinci bin yılın yenileyicisi) saydığı İmam-ı Rabbani’dir. Çöküş kaçınılmazdır.

            Aydınlanmayı yakalayan Avrupa’nın Sanayi Devrimini gerçekleştiren ülkesi İngiltere Hindistan’a kollarını uzatır, bir süre sonra da bütünüyle Hindistan İngiltere’nin sömürgesi olur. On dokuzuncu yüzyılın başında 1803’de bu iş tamamlanır. Artık Hindistan Türk Devleti yoktur.

            Geçmişin derinliklerinden Roma’dan, yeryüzünün enginliklerinden Timurlu’dan, Babürlü’den, İran’dan, Mısır’dan örnekler verdim. Tümünde ortak konu akıl-bilimin yerine din baskısının egemen olmasıdır.

            Biz yine Osmanlı’ya dönelim.

            Aydınlanan, güçlenen Avrupa karşısında karanlığa gömülen Osmanlı 1699 Karlofça ile ilk büyük yenilgisini aldığında şaşkınlık geçirdi. Durumun nedenlerini aramalar başladı. 1838’de Osmanlı İngiliz Balta Limanı Anlaşması ile önce İngiltere’ye sonra belli başlı öteki Avrupa ülkelerine ekonomisinin güdümünü veren Osmanlı artık, üretemeyen bir tüketim toplumudur. Batının isteği de, Balta Limanı Antlaşmasının amacı da budur. 1839 Tanzimat Buyruğu ile çağdaşlaşma yolunda kimi adımlar atılsa da durumun ruhu kavranamamıştır.

            Durumun ruhu, ancak Tanzimat’ın açtığı okullarda yetişen, Fransızca öğrenen bu yolla batı aydınlanması ile, aydınlanmacılarını tanıyan yeni aydınlar ile anlaşılmaya başlanılmıştır.

            1854’de artık batıdan borç dilenen bir Osmanlı vardır. 1881’de ise o borçları verenler ekonomik yönetime el koyarlar. Osmanlı artık “Duyunu Umumiye” denilen alacaklı devletlerin kurduğu kurumun elindedir.

            On dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarındaki aydınların çoğunluğunun tüm bu olan biten ile ilgili olarak ortak bir görüşü ortaya çıkar: Geri kalmamızın ana nedeni akıl-bilimden uzaklaşıp, dinin karanlığına gömülmemizdir.

            İşin ilginç yanı dinsiz Tevfik Fikret de, dindar Mehmet Akif’de aynı görüştedirler. Aralarında ise önemli bir ayrım bu iki büyük ozanın kavga nedenidir.

            Tevfik Fikret Müslümanlıktan da tüm dinlerden de kurtulmayı, kurtuluşun başlangıcı olarak görür.

            Mehmet Akif ise Farabi’nin, İbni Sina’nın, Biruni’nin, Harezmi’nin… Bu akılcı filozofların İslam’ının batıyı da aydınlattığını anımsatarak “Gerçek İslam’a” dönmek yanlısıdır.

            Akif çözümü iki kaynağa dayanan bir “Yenilenmiş İslam”da arar. Birincisi “Asrın İdraki” yani “Çağın Bilinci”dir. İkinci kaynak ise Kur’an olacaktır:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın İdrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

Bu bir tecdit yani yenilenme sunumudur. Bu yüzden bugünkü dinciler Akif’i çok sert eleştirirler.

Artık sözü toparlayıp Cumhuriyet’e gelmeliyiz.

            Kurtuluş Savaşanı gerçekleştiren, Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk Osmanlı Aydınlarının en aydın kişiliğidir. Kurtuluş Savaşlarını da, Kuruluşu da “akıl-bilim” çizgisinde başarmıştır.

            Türkiye Cumhuriyeti, bağlılık bilincine dayalı Ulus Kimliği ile Akıl-Bilim temelleri üzerinde yükselmiştir.

            Din konusu yurttaşların gönüllerine bırakılırken, camilerde hutbelerin Türkçe yapılması, ezanın Türkçe okunması gibi uygulamalarla dinin bilinçli yaşanması için adımlar atılmıştır.

            Atatürk çok sevdiği Fikret ile saygı duyduğu Akif arasındaki çatışmada Akif’in yanında yer olarak ona görev vermiş Kur’an’ın Türkçe çevirisi yapmasını istemiştir. Bir yandan da Elmalılı M. Hamdi Yazır’a yorumlu çeviri görevi verilmiştir.

            Akif için bu durum, çağın bilincine göre Kur’an’ı çevirmek için büyük bir olanak idi. Akif bunu yapmadı. Çevirinin bugün ancak yarısını görebiliyoruz. (Basıldı)

            Atatürk döneminde devletin de siyasetin de, eğitimin de temelinde akıl-bilim çizgisi ana yol gösterici oldu. Dönemin tüm alanlardaki üstün başarılarının temelinde bu gerçekler vardır.

            Cumhuriyet’e Osmanlı’dan yıkık bir ülke, hastalıklardan kırılan bir yurttaş yığını kalmıştır. (Kurtuluş Savaşında, ordudan hastalıklardan ölenlerin sayısı, şehitlerin iki katından daha çoktur.)  Savaşta ölen Subay 662 er 8505, hastalıktan ölen subay 147 er 22543 (Sabahattin Selek Anadolu İhtilali)

            Yurttaşlardan okuma yazma oranı yüzde beşi geçmiyordu. Tarım ilkeldi, Sanayi yok gibiydi.

            Kısa sürede bulaşıcı hastalıkları yenen, okuma yazmayı yükseklere çıkaran, tarımda sanayide gelişen, uçak yapılan bir ülke durumuna geldik.

            Atatürk döneminde Sovyet Rusya ile dost idik… Balkan Ülkeleri (Yugoslavya, Romanya, Yunanistan) ile Balkan Paktında; İran, Afganistan, Irak ile Sadabat Paktında birleşen; tüm yeryüzü ile barışık bir devlet durumuna yükselirken ne kimseyi içişlerimize karıştırdık, ne de kimsenin içişlerine karıştık.

            Türkiye bu yoldan şaşmadan yürüseydi, bugün yeryüzünü yöneten ülkeler arasında olurduk.

            Olmadı.

            1950’lerde hızını artırarak, Osmanlıyı çökerten din anlayışı devletin içine sızdı. Akif’in dediği olmamıştı. Ebussuud İslam’ı okullarda öğrencilere dayatıldı. Başka İslam yorumları söz gelimi Alevi-Bektaşi inancı yok sayıldı. Açılan İmam-Hatip okulları devletin açtığı ya da göz yumduğu Kur’an Kursları sözde yasak, gerçekte serbest tarikat örgütlenmeleriyle yeniden 16. Yüzyıla dönüldü.

            Sonuç mu?

            Sonuç ortada.

            Çözüm mü?

            Bunu ayrı bir yazıda irdelemeliyiz. Kısaca söylemek gerekirse, dini de, devleti de, toplumu da kurtarmanın yolu yeniden akıl-bilim çizgisine dönmektedir. Bunun doğal sonucu olarak da laiklik, isterseniz sekülerlik diyelim, devlet, eğitimi, ortak dirliğimizi din dogmalarının baskısından kurtarmaktır.

            Bu yapılmazsa ortada ne din kalacak ne de devlet…