Dr. İbrahim YILDIRIM
Deniz toprakla buluşunca güzeldi. Sahile vurunca, köpük köpük… Her gelişi bir vuslat ve her gidişi bir hasret olurdu. Hayat gibi. Kadim suları bir aşağıdan bir yukarıdan akardı boğazın. Akdeniz ve Karadeniz birleşirdi bu sularda.
Çengelköy’de tarihi vapur iskelesinin sağında ve solunda sıralanmış tarihi yalılarda yaşını başını almış, eli tesbihli, dili dualı nice insan tanıdım. Her birisi imparatorluk yadigârı insanlardı. Düne ait binbir türlü hatıralarıyla bugünü yaşıyorlardı. Ve hemen hepsinde aynı edepli yüz, hoş bir tavır ve huzur veren bir sükûnet vardı.
Tarihi çınar ağacının olduğu mahaldeki Hamdullah Paşa Camii konumu itibariyle merkeziydi semtin. Bu dar alan, Rum’uyla Türk’üyle semt ahalisinin bir teneffüs alanıydı. İstanbul’daki her semtin kendi içinde yaşam sürdüğü, mahalle ve semt kültürünün mevcut olduğu tenhalıktaki yerlerden birisiydi burası.
Özellikle bahar ve yaz ayları rüya gibi geçerdi Çengelköy’de. Çınaraltı çay bahçesi bu aylarda çoluk çocuk ailelerce dolar taşardı. Hemen yanıbaşındaki tarihi yalının önündeki küçük sahil ise bizlerin yüzme yeriydi. İskeleye bağlı “Kaptan” isimli teknenin de olduğu bu ahşap iskeleden denize atlar ve yüzerdik.
Belirli saatlerde boğaz vapurları da geçerdi. Bu sevimli butik vapurlar İstanbul’dan (Eminönü’nden) Beşiktaş, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi iskelelerinden sonra Çengelköy iskelesine de uğrar ve yolcularını indirip, varsa yeni yolcularını da alarak Beykoz istikametine doğru hareket ederlerdi. Tabi ki bunun bir de dönüşü olurdu. Biz çocukların en büyük eğlencesi vapurları görünce hep bir ağızdan “kaptan düdük çal” diye bağırmak olurdu. Babacan kaptanlar da genellikle bizim bu çağrımıza cevap verirler ve düdük çalarlardı, sevinirdik ve el sallardık hep birlikte kaptana.
Evimiz Halk Caddesi üzerindeydi. Caddenin her iki tarafında asırlık çınar ağaçları ve ıhlamur ağaçları sıralanmıştı. Sabahları önce kargaların bağırış çağırışlarıyla ve sonrasında ise martıların sesleriyle uyanırdık. Sonra sesler kesilir ve bir çift kumrunun huşu içindeki sesi huzur verirdi çocuk kalplerimize. Hoca babam erken saatlerde evden çıkar ve sabah namazından sonra elinde hemen yakındaki semtin fırınından sıcacık ekmekler almış olarak eve dönerdi.
Bahçe kapısından bir şekilde içeriye giren tekir kedim de yine bu saatlerde gizlice gelip yatağıma girer, başını boynuma sokar ve mırıl mırıl sesler çıkararak benimle birlikte uyurdu. Annemin ise tabi ki bundan haberi olmazdı. Kardeşlerim ve anne babamla kahvaltı zamanı gelmeden önce de benim sevimli sokak kedim geldiği gibi sokağa geri dönerdi.
Apartmanların çok olmadığı ve hala mahalle aralarında tarihi köşklerin, konakların olduğu dönemlerdi. Ne kadar da güzel evlerdi onlar. Ama zamana değil, değişen insanlara yenik düştüler ve yerlerini çirkin ve insanı hasta eden betonarme binalara terk ederek, birer birer yok olup gittiler.
Bir masaldı sanki dünyam, hiç yaşanmamışçasına…