SüperHaber yazarı Merve Şebnem Oruç bugünkü köşe yazısında, son günlerde ortaya atılan ancak yalanlanan
“Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesi ve Cihat Yaycı’nın istifasına dair…” adlı köşe yazısında Yaycı’nın başarılarında da bahseden Oruç, “Ama Yaycı’ya medyada sıklıkla “Libya anlaşmasının mimarı”, hatta sosyal medyada bazılarınca “yüzyılın strateji dehası” falan denmesini oldukça abartılı bulduğumu söylemeliyim. Zira, Libya anlaşmasının bir ekip işi olduğunu söyleyen, Cihat Yaycı’nın isminin fazlaca öne çıktığını söyleyenlerin sayısı çok. Böyle olsa da olmasa da yaptığı iş önemlidir ve kendisi tebrik edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Ama yıllardır Mavi Vatan için öne sürülen ve fiiliyata geçmesi cesaret gerektiren bu ve benzeri adımları atanın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümeti olduğu unutulmamalıdır diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
Oruç yazısında, “İsrail’le anlaşma” konusunu uzun zaman önce Tümgeneral Cihat Yaycı’nın gündeme getirdiğini söylerek şöyle devam etti; “Öte yandan, yukarıda bahsettiğim ve son dönemde ortada dolaşan Türkiye’nin İsrail’le Doğu Akdeniz’de anlaşması tezinin ilk olarak Tümamiral Yaycı’dan çıkmış olması da kafamı kurcalamıyor değil. Yaycı, 5 Ocak 2020’de Ertuğrul Özkök’e verdiği röportajda böyle bir anlaşma için “en kısa sürede yapmalıyız” diyor ve bunu ilk kez bugün söylemediğini ekliyor: “Libya makalesini (2011) yazdıktan iki yıl sonra ikinci bir makale yazıp bunu önerdim.” Böyle düşünebilirsiniz. Analitik olarak bunun Türkiye açısından fayda getireceğine kani olabilirsiniz. Bu konuda bünyesinde olduğunuz Savunma Bakanlığına bu fikri arz edebilir, hatta akademisyen kimliğinizle bu fikri tez olarak geliştirebilirsiniz. Ancak bir bürokrat, hele de bir asker olarak, medyaya bu konuda demeç veremezsiniz. Toplumun kanaatlerine yön vermeyi siyasetçilere, Türk Dış politikasını belirlemeyi ise politika yapıcılara yani hükümete bırakmalısınız.”
ERDOĞAN’IN YAYCI’NIN İSTİFASINI NEDEN KABUL ETTİĞİ BELLİ OLDU
Habertürk yazarı Kübra Par ise, “Cihat Yaycı’nın istifasına Cumhurbaşkanı ne diyor?” başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yaycı’nın istifası ile ilgili ne dediğini kaleme aldı. Par yazısında, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın böyle bir değişiklik istediğini ima ederek, “Peki ne oldu da Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar böyle bir değişiklik istedi? Hulusi Akar’ın, bir süredir Yaycı’ya dair memnuniyetsizliği sır değil. Üstelik Hulusi Akar diğer rütbeli askerlerin de Yaycı’dan rahatsız olduğundan söz ediyormuş. Asıl dikkat çekici olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir dönem övgüyle söz ettiği Yaycı’nın görev değişikliğini onaylaması” ifadelerini kullandı. Par yazısını, ABD’de son dönemde yaşanan bir görevden almayı örnek göstererek şu cümlelerle sonlandırdı: “Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cihat Yaycı’nın görev değişikliğini onaylamasına ve istifasına ses çıkarmamasına bir de bu gözle bakın.”
“HİÇBİR BÜROKRAT DOKUNULMAZ DEĞİLDİR!”
Habertürk yazarı Sevilay Yılman da “Cihat Yaycı meselesi” adlı köşe yazısında, komutanın görevinden istifa sürecini yazdı. Hiçbir bürokratın dokunulmaz olmadığını belirten Yılman, Yaycı’nın başarılarından da bahsetti.
İŞTE MERVE ŞEBNEM ORUÇ’UN YAZISININ TAMAMI;
“Son dönemde medyada ve de özellikle sosyal medyada yürütülen bir lobi çalışması var. Türkiye’nin Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile vardığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının bir benzerinin İsrail’le de yapılması gerektiği ısrarla vurgulanıyor.
Öyle ki, sosyal medyada bu argüman “ha oldu ha olacak”mış, “eli kulağında”imiş gibi dillendiriliyor. İsrail’in de bu fikre, Türkiye’nin UMH ile imzaladığı memorandum sonrası tav olduğu iddia ediliyor.
Bu iddiayı ortaya atanlar tezlerini, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve Fransa’nın 11 Mayıs’ta Doğu Akdeniz ve Libya konularını ele aldıkları telekonferans sonrası yayımladıkları, Türkiye’yi kınayan ve Türk Dışişleri’nin sert tepkisini çeken yazılı açıklamaya İsrail’in imza atmamış olmasına dayandırıyor.
Oysa İsrail Büyükelçiliği, bu iddiayı 13 Mayıs’ta resmi hesaptan atılan bir tweet’le yalanladı: “İsrail’in Türkiye ile ekonomik sularda deniz yetki anlaşması imzalama niyeti hakkında yapılan bir takım temelsiz yayınlara cevaben, bu haberlerin gerçeği yansıtmayan iddialardan ibaret olduğunu belirtmek isteriz.”
İsrail’le Doğu Akdeniz’de anlaşma tezlerinin arka planı
Kıbrıs Rum Kesimi, 2003’te tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanında bulunmasından bir ay önce, yine 2003’te Mısır’la, 2007’de Türkiye’nin girişimleri sonucu Lübnan içi hukukunda henüz onaylanmamış olsa da Lübnan’la ve 2010’da İsrail’le MEB sınırlandırma anlaşmaları yapmıştı. Kıbrıs Rum Kesimi, ayrıca Suriye ve Libya ile de benzeri anlaşmalar yapmak için fırsat kolluyordu. Türkiye’nin Libya’yla yaptığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasıyla, bunlardan ikincisi, Yunanistan’la yapacağı MEB anlaşmasına yönelik hayalleri ve Yunanistan-Mısır MEB anlaşması ihtimali suya düşmüş oldu.
Türkiye’nin Libya anlaşması sonrası Mısır’la benzeri bir anlaşma yapabileceği, hatta Mısır’ın buna sıcak baktığı, zira Kıbrıs Rum Kesimi ile yaptığı MEB anlaşmasına kıyasla Türkiye ile varacağı anlaşmayla kilometrekare bazında daha geniş bir deniz yetki alanına (11.500 km2) ulaşacağı söyleniyordu. Ancak Sisi rejimi, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi tarafını tercih etmeyi sürdürdü.
Ha keza, İsrail için de benzeri bir durum söz konusu olsa da, yani İsrail Türkiye ile varabileceği bir deniz yetki alanları sınırlandırmasında Kıbrıs Rum Kesimi ile yaptığı MEB anlaşmasına oranla daha fazla deniz yetki alanına (16.300 km2) sahip olacak olsa da, bu durum yıllardır Yunanistan, Mısır ve Kıbrıs Rum Kesimi ile sürdürdüğü EastMed (Doğu Akdeniz doğal gaz boru hattı) projesinden vazgeçmesine kapı aralamadı.
Nitekim, Türkiye’nin Libya ile imzaladığı mutabakat, bu hayali projeyi bir bıçak gibi ortadan ikiye kesmiş olsa da, bu anlaşmanın hemen ertesinde Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail, Atina’da yıllardır üzerinde çalıştıkları EastMed’in inşası için anlaşma imzaladı.
Hal böyle iken, İsrail’in yıllardır yürüttüğü çalışmadan geri döneceği neye dayanarak düşünülür?
Üstelik Türkiye’nin İsrail’le kronikleşmiş sorunları devam ederken, İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etme planları sürerken, Kudüs’ü ABD Başkanı Trump’ın açık, Suudi Arabistan ve BAE’nin örtülü destekleriyle başkent ilan etmişken, tüm bunları bir kenara bırakıp Doğu Akdeniz’de bir anlaşmaya nasıl varacağı ayrı bir muamma…
Hem zaten, Doğu Akdeniz’de İsrail’in keşfettiği doğal gazın Avrupa’ya taşınması noktasında en kısa ve rasyonel yol Türkiye üzerinden geçerken ve iki ülke bu konuda bile aralarındaki bu sorunlar nedeniyle anlaşamazken, İsrail nasıl Kıbrıs Rum Yönetimi ile vardığı anlaşmayı bozup Türkiye ile bir deniz yetki alanları sınırlandırma ya da MEB anlaşması yapacak, bu da kocaman bir soru işareti.
Cihat Yaycı’nın “Türkiye İsrail’le anlaşmalı” tezi
Türkiye’nin İsrail’le Libya’yla vardığı anlaşmanın bir benzerini yapması gerektiği tezi son dönemde ilk olarak, Tümgeneral Cihat Yaycı’nın 2019 yılında yayımlanan “Libya Türkiye’nin Denizden Komşusudur” ve 2020’de yayımlanan “Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye” kitaplarında yer aldı.
Her iki kitabı da severek okumuştum. Yukarıda bahsettiğim bölüm hariç, Türk Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının Doğu Akdeniz’deki politikalarını güzel özetliyor. Ayrıca çok başarılı işler yaptığını düşünüyorum.
Ama Yaycı’ya medyada sıklıkla “Libya anlaşmasının mimarı”, hatta sosyal medyada bazılarınca “yüzyılın strateji dehası” falan denmesini oldukça abartılı bulduğumu söylemeliyim. Zira, Libya anlaşmasının bir ekip işi olduğunu söyleyen, Cihat Yaycı’nın isminin fazlaca öne çıktığını söyleyenlerin sayısı çok. Böyle olsa da olmasa da yaptığı iş önemlidir ve kendisi tebrik edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Ama yıllardır Mavi Vatan için öne sürülen ve fiiliyata geçmesi cesaret gerektiren bu ve benzeri adımları atanın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümeti olduğu unutulmamalıdır diye düşünüyorum.
Asker ve siyaset…
Öte yandan, yukarıda bahsettiğim ve son dönemde ortada dolaşan Türkiye’nin İsrail’le Doğu Akdeniz’de anlaşması tezinin ilk olarak Tümamiral Yaycı’dan çıkmış olması da kafamı kurcalamıyor değil. Yaycı, 5 Ocak 2020’de Ertuğrul Özkök’e verdiği röportajda böyle bir anlaşma için “en kısa sürede yapmalıyız” diyor ve bunu ilk kez bugün söylemediğini ekliyor: “Libya makalesini (2011) yazdıktan iki yıl sonra ikinci bir makale yazıp bunu önerdim.”
Böyle düşünebilirsiniz. Analitik olarak bunun Türkiye açısından fayda getireceğine kani olabilirsiniz. Bu konuda bünyesinde olduğunuz Savunma Bakanlığına bu fikri arz edebilir, hatta akademisyen kimliğinizle bu fikri tez olarak geliştirebilirsiniz.
Ancak bir bürokrat, hele de bir asker olarak, medyaya bu konuda demeç veremezsiniz. Toplumun kanaatlerine yön vermeyi siyasetçilere, Türk Dış politikasını belirlemeyi ise politika yapıcılara yani hükümete bırakmalısınız.
Son dönemin en çok konuşulan isimlerinden olan Yaycı, hafta sonu öğrendiğimiz görev değişikliğinin ardından dün istifa etti. Görev değişikliğinin ve istifasının arkasında yatan gelişmeleri açıkçası bilmiyorum. Kendisinin bir vatansever, bu ülke için büyük bir değer olduğuna şüphe yok. Ancak Türkiye askerlerin siyasetin yönünü belirlediği günleri çoktan geride bırakmışken, Yaycı’nın bir bürokrat olarak, emir komuta zinciri içerisinde hareket etmesi gereken bir asker olarak, yukarıda verdiğim İsrail örneği gibi politika belirlemeye yönelik açıklamalarla bu kadar ön plana çıkmasını çok yanlış bulduğumu söylemeliyim. Verdiği karar dilerim hakkında hayırlısını getirir.
***
19 Mayıs Gençlik Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.”
İŞTE KÜBRA PAR’IN YAZISININ TAMAMI;
“Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevinden alınıp, Genelkurmay Başkanlığı emrine verilen Tümamiral Cihat Yaycı’nın istifası konuşuluyor iki gündür.
Hem Fetömetre hem de Libya ile deniz yetki sınırlandırma anlaşmasının mimarı olması nedeniyle kamuoyunun Yaycı’ya sempatisi büyük.
“Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye” isimli kitabı gerçekten de kritik bilgiler içeriyordu.
Görevden alınmasının haksızlık olduğuna dair genel bir kanaat oluştu.
Kimileri daha ileri gitti, FETÖ ve kumpas imasında bulundular.
Peki ne oldu da Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar böyle bir değişiklik istedi?
Hulusi Akar’ın, bir süredir Yaycı’ya dair memnuniyetsizliği sır değil.
Üstelik Hulusi Akar diğer rütbeli askerlerin de Yaycı’dan rahatsız olduğundan söz ediyormuş.
Asıl dikkat çekici olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir dönem övgüyle söz ettiği Yaycı2nın görev değişikliğini onaylaması.
Belli ki Cihat Yaycı ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir gerilim söz konusu değildi. Zaten Yaycı da Mehmet Metiner’e yaptığı açıklamada “İstifam asla Cumhurbaşkanımıza tepki değildir. Ona olan sadakatim ömrüm boyunca devam edecektir” diyor.
O halde Cumhurbaşkanı Erdoğan neden Hulusi Akar’ın atama kararını onayladı, bu mesele yüzünden Milli Savunma Bakanı’nı karşısına almadı?
Duyduğuma göre Cumhurbaşkanı Yaycı’yı korumadı çünkü meseleye askeri disiplin ve hiyerarşi çerçevesinden bakıyor.
Cihat Yaycı’nın vatanperver bir insan olduğu konusunda kuşku yok, fakat son dönemde kendini öne çıkarmak için attığı kimi adımların askeri disiplini zorladığı düşünülüyor. Görev değişikliğinin ardından bazı gazetecilere bilgi sızdırması ve yazılar yazdırması da ciddi bir memnuniyetsizlik yaratmış.
YAYCI’YA DOKUNULMAZLIK PAYESİ VERMEK YANLIŞ
Aslına bakarsanız bu mesele yorumlanırken ilkesel anlamda yaygın bir hata yapılıyor.
Cihat Yaycı’nın görev değişikliğine kırılıp istifa etmesi normal.
Fakat unutmayalım ki seçilmiş siyasi iradenin yasalar çerçevesinde gerekli gördüğü askeri atamayı yapması da son derece normal.
Bir güvenlik bürokratına siyasi iradeye karşı dokunulmazlık payesi verilemez.
Hiçbir asker bu durumdan muaf olamaz.
Bunun dışındaki tartışmalar askeri vesayet dönemlerini hatırlatır. Anti-demokratiktir.
TRUMP DA AYNISINI YAPTI
Yakın zamanda benzer bir örnek ABD’de de yaşandı.
Haberi görmeyenler için anlatayım.
USS Theodore Roosevelt adlı uçak gemisinin kaptanı Brett Crozier, mürettebatı korona virüse yakalanınca ABD donanmasına bir mektup yolladı.
Mektubunda gemide bulunan personelin 14 günlük karantina ve sosyal mesafe kurallarını uygulamasının mümkün olmadığını gemideki herkesin karada karantinaya alınmasını istiyordu.
Fakat bu mektubu basına ve komuta zincirinin dışındaki kişilere de gönderdiği anlaşılınca görevden alındı.
Kaptanı görevden alan ABD Deniz Kuvvetleri Genel Sekreteri Thomas Modly “Yaşadığımız bilgi çağında gönderdiği bu e-mailin kamuoyuna sızdırılacağını düşünmemişse bana göre bu gemiye kaptanlık etmek için ya çok naif veya çok aptaldır” deyince kıyamet koptu.
Mürettebatını korumaya çalışan bir kaptana “aptal” demesi kamuoyunun büyük tepkisini çekti.
Modly önce özür diledi. Tepkiler dinmeyince de istifa etti.
Başkan Trump, Modly için “Başarılı bir kariyeri var. Kötü bir gün geçirdi diye cezalandırılmasını istemem” dedi ama yine de ABD Savunma Bakanı Mark Esper’in kararına uyumlu davranarak Modly’nin yerine James McPherson’ı atanmasına onay verdi.
Özetlemek gerekirse, geminin kaptanı Crozier, mürettebatı korumak için mektup yazmakta haklıydı ama mektubu basına sızdırması askeri disipline tersti.
Aynı şekilde Deniz Kuvvetleri Genel Sekreteri Moldly, kaptanı eleştirmekte haklıydı ama ona ‘aptal’ demesi askeri disipline aykırıydı.
Sonuç itibarıyla siyasi iradeyi temsil eden Başkan Trump, başarılı bir kariyeri olduğunu düşünmesine rağmen Moldly’nin istifasını kabul etti.
Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cihat Yaycı’nın görev değişikliğini onaylamasına ve istifasına ses çıkarmamasına bir de bu gözle bakın.”
SEVİLAY YILMAN’IN YAZISININ O BÖLÜMÜ;
“HİÇBİR BÜROKRAT DOKUNULMAZ DEĞİLDİR!
Bu arada Yaycı’nın önce görev yerinin değişmesi sonra da istifası üzerine ortalığın tozunu attıranlara da diyeceğim iki çift laf var.
Cihat Yaycı kesinlikle başarılı bir komutan ve görevi boyunca çok parlak işler yapmış olabilir.
Ancak hatırlatırım demokrasilerde seçilmiş bir siyasi iktidar, çalışmak istemediklerinin yerine istediği komutanı atama hakkına da sahip olmalıdır.
Değil Cihat Yaycı…
Kim olursa olsun…
Devlet bürokrasisinden hiç kimseyi demokratik siyasi iktidarın karşısında dokunulmaz kılamaz!
Dünyanın neresinde olursa olsun demokrasi ile yönetilen ülkelerde siyasi iktidar ordusunun, silahlı kuvvetlerinin üzerinde kontrol hakkına ve yetkisine sahiptir!
Aksine tavırlar vesayetçi bakış açısını yansıtır ki, bu işte bizim hiç istemediğimiz bir şeydir.
2016’dan beri yapılan tüm anayasal ve yasal değişiklikler, demokratik siyasi iktidarın askeri kuvvetler üzerinde demokratik kontrol kazanması için yapıldı.
Bugünkü durum da bunun bir gereğidir…
Bugün RTÜK’te ya da Merkez Bankası’nda ya da Hazine’de ya da SPK’da atamalar olunca nasıl normal karşılanıyorsa…
TSK’da da bu tür görev değişikliklerine anormal bir durum gibi bakılamaz!
Böyle bir bakış demokrasiyle asla uyumlu değildir!
Yanı sıra… Bir kamu görevlisi, “Yapması gereken görevini yaptı!” diye de kahraman ilan edilerek dokunulmaz hale getirilemez.
Ayrıca şunu da unutmayalım…
Herhangi bir kamu görevlisi hakkında bir suç duyurusu mevcutsa soruşturma açılabilir ve bu sebeple de görev yeri değiştirilebilir.
Suçsuz çıkarsa gereği yapılır ve bundan rencide olan kişi de gerekirse istifa edebilir.
Bunlar demokrasilerde olağan şeylerdir ve şimdi bu oldu diye de; “FETÖ ile mücadele son buldu! TSK mahvoldu! Battık, bittik!” mealinde yorumlar hem yanlıştır hem de inciticidir.
FETÖ ile mücadele bir devlet mücadelesidir ve kimse kusura bakmasın ama Deniz Kuvvetleri’nde bir amiralin görev yerinin değişmesiyle de bu mücadelenin bittiğini söylemek tam bir gayrı ciddiliktir!”