Koronavirüs salgını dünya ve Türkiye’de birçok insanı sağlığı ile tehdit etmeye devam ederken bir de psikolojik olarak olumsuz etkiliyor. İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Akın, zorlu süreçteki psikolojik etkilenme konusunda önemli açıklamalarda bulundu.
İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Akın’ın değerlendirmeleri;
Salgın tüm insanlığı şoka uğrattı ve ülkelerin aldıkları önlemlere ve salgınla mücadele gücüne bağlı olarak her ülkeyi mikro düzeyde farklı etkiledi. Ancak öncelikle ülkemizin salgından etkilenme noktasında psikolojik açıdan en avantajlı ülke olduğunu söyleyebiliriz. Bunda sosyal tutkalımızın güçlü olması, bir arada yaşıyor olmamızın sağladığı sosyal destek ve başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere sağlık bakanlığı ve diğer kurumların salgını yönetmede gerekli önlemleri zamanında alarak vatandaşlarımıza güven vermesi son derece etkilidir. Nitekim salgın sürecinde özellikle
Yurtdışındaki vatandaşlarımızın ülkemize güvenli bir şekilde getirilmiş olması,
Vefa sosyal destek gruplarının desteğe ihtiyaç duyan vatandaşlarımıza her türlü maddi-manevi desteği sağlamış olması,
Vatandaşlarımız ile devletimizin bir araya gelerek millet-devlet dayanışmasının en üstün örneklerinden birisini sergilemiş olması,
Hastanelerimizin ve sağlık alt yapımızın son derece güçlü olmasının
bizleri psikolojik açıdan dayanıklı hale getirerek moralimizi artırmada ve öğrenilmiş çaresizlik yaşamamızı önlemede çok olumlu katkıları olmuştur. Aksi takdirde salgınla bu denli başarılı mücadele edebilmemizde sadece sağlık yönetiminin başarılı olması tek başına yeterli olamayacaktı.
Ayrıca diğer birçok ülkede, buna ekonomik açıdan en güçlü ülkeler de dahil, insanlar sokaklar da can verirken bizim ülkemizin ambulans uçakla yurtdışından vatandaşlarımızı ülkemize getirmesi de hepimizi güçlendirerek psikolojik dayanıklılığımızı artırmıştır. Dünyada sağlık sistemi çökerken bizim ülkemiz Avrupanın en büyük şehir hastanelerini hizmete sokmuş, 100 civarında ülkeye de tıbbi malzeme ve ekipman desteği sağlamıştır. Yine salgından korunmak için gerekli olan maskeleri de vatandaşlarımızın evine veya en yakınındaki eczanesine getirerek onlara önem verdiğini hissettirmiştir. Dünyada salgından yaşamını kaybedenlerin yarıya yakını huzurevlerinde ve bakımevlerinde yaşayan kişiler olmasına rağmen, Dünya Sağlık Örgütü huzurevlerinde salgın sürecini en başarılı biçimde yöneten ülkenin Türkiye olduğunu ifade etmiştir. İlginç biçimde salgın sürecinde ülkemizde yaşayan ve önceden psikolojik problemleri olan insanların bir kısmının bu süreçte aile desteği ve sosyal desteğin artmasıyla, çoluk çocuk hep birlikte oldukları için bu problemlerinde iyileşme ve rehabilite olduğuna yönelik izlenimler mevcuttur.
Ülkemiz açısından baktığımızda, zaten temiz bir millet olmamız, su kültürümüzün olması, abdest alma, yemekten önce el yüz yıkama, kolonya kullanma gibi alışkanlıklarımızın olması ve dini inancımız gereği temizliğe özen göstermemiz, eve ayakkabı ile girmemiz gibi etkenler salgının yayılmasında önleyici faktörler olarak sayılabilir.
Ülkemiz kendisine yakışanı yapmış, hem bireysel hem toplumsal hem de kamusal olarak üzerine düşen görevi layıkı veçhiyle yerine getirmiştir. Bu nedenle şu anda salgından psiko-sosyal açıdan en güçlü çıkan ülke olduğumuzu söylemek hiç de iddialı bir ifade olmayacaktır. Bundan sonraki süreçte ekonomik iyileştirmelerin de etkisiyle dünyada söz sahibi olan en etkili ülkelerden birisi olabiliriz.
Salgın sürecinin global etkilerine baktığımızda en başta bu sürecin tüm dünyayı ve insanları eşitlediğini ve en gelişmiş ülkelerin de en zengin insanların da acziyetinin farkına vardığını görmekteyiz. Maddi kazanç, eğitim ve statü insanların salgından etkilenmesinde herhangi bir rol oynamamış, birçok ülkede devlet başkanları ve bakanlar salgından etkilenerek yoğun bakıma yatmıştır. Bu durum kuşkusuz insanlığın kendisiyle yüzleşmesi için önemli bir zemin teşkil etmiştir.
HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYABİLİR Mİ?
Bu süreçte her birimiz birer hijyen bağımlısı haline geldik, salgın bitse de bu alışkanlıklarımızı terk etmemiz çok zor olacak gibi. Çünkü uzun süre yapılan davranışlar alışkanlıklara dönüşmekte. Belki de bundan sonra hijyen takıntısına sahip bireyler olarak değil de mesela takıntılı hijyen alışkanlıklarının normalleştiği kişiler olarak hayatımıza devam edeceğiz, yine ellerimizi uzun süre ve sık sık yıkamaya devam edeceğiz ancak bu eskiden olduğu gibi anormal olmayacak çünkü herkes böyle olacak, hepimiz aynı gemide olacağız. Diğer bir deyişle takıntılı davranışların tanımında belki de değişikliğe gitmek durumunda kalacağız.
Kapalı yerlerde kalmak istemeyeceğiz, sosyal mesafeyi koruyabilmek için birkaç katlı bir binaya asansör yerine merdivenle çıkmayı tercih edeceğiz. Asansörde birinin öksürmesi veya hapşırması ihtimaline karşı tetikte olacağız. Yürüyen merdivende önümüzdeki ve arkamızdaki kişilerle aramızda birkaç basamak mesafe bırakmaya özen göstereceğiz, bunlara alışacağız.
Salgının bilinçaltımızda etkileri çok uzun süreli olabilir, bunları unutmak kolay olmayabilir. Yanımızda birisinin öksürmesi veya hapşırması bize salgını hatırlatabilir. Bu nedenle salgın travması günlük yaşamımızda kısmi bir yer edinebilir. Ama bu kitlesel bir travma olarak görüleceği için bizi aşırı etkilemeyebilir ve buna kolayca adapte olabiliriz.
Salgın sonrasında kişisel araç kullanımı aşırı oranda artabilir, insanların önemli bir bölümü toplu taşıma araçlarını kullanmama eğilimi sergileyebilir. Bu nedenle birçok hizmeti arabada almak isteyebiliriz, buna sinema, yemek yeme, eğlence ve konser de dahil olabilir.
Bütün bunlarla birlikte 2005 sonrası doğumluların zaten dijital bir nesil olmalarından dolayı bizim kaygılarımızı taşımaları ve salgının sonuçlarına bizim gibi bakmaları çok zor gibi görünüyor. Zira bu gruptakiler zaten yaşamlarında sarılma, tokalaşma ve paylaşmadan çok izolasyon, bireycilik ve yalnızlığı ön planda tutmaktalar. Belki bu sürecin sonuçlarına en kolay adapte olabilecek ve bu sonuçları en olumlu karşılayabilecek kişiler 15 yaşın altındakiler olacak. Ancak bu grubun riski de son derece kırılgan olmaları ve sosyalleşmenin konforunu hiçbir zaman yaşayamayacak olmalarıdır. Ama onların bundan şikayetçi olduklarını kimse söyleyemez. Bununla birlikte hiçbir sanal ilişki gerçek ilişkinin yerini tutmaz, insanı onaran gerçek sosyal ilişkilerdir.
Eğitimde birçok dersin artık uzaktan verilmesi gündeme daha sık gelecek ileriki yıllarda sadece uygulamalı dersler için okula gidilebilecek bir noktaya gelinebilir. Bu da eğitimin sadece bilgi aktarımına dönüştüğü ve eğitim kültürünün yeniden ele alınmasının gerektiği bir sürece bizleri götürebilir. Bunun mutlaka olumsuz yansımaları olacaktır. Bu değişimler çok hızlı da olabilir.
Mesai kavramı değişebilir. Birçok şeyi evden yapabildiğimizi hem biz hem de yöneticilerimiz gördü, belki de haftada iki veya üç gün ofise giderek çalışabileceğiz, harmanlama ve karma işler yapabileceğiz. Her alanda çok yönlü insanlara duyulan ihtiyaç giderek artacak, bir insanın hem muhasebe yapmayı bilmesi, hem insan kaynaklarında görev alması, hem de ofis boy olarak çalışması beklenebilecek. Zira sosyal mesafeden dolayı işyerlerinde çok fazla insanın bulunması olumlu karşılanmayacak. İşverenlerin bu durumu kavraması çok zaman almayacak ve aslında birçok işin evden yapılabildiğini ve bazı kişilere hiç gereksinim duyulmadığını fark etmeleri durumunda personel sınırlamasına gitmeleri gibi bir durum ortaya çıkabilecek. Bu nedenle çok yönlü insanlar ve aynı anda birden fazla işi yapanlar önem kazanacak.
Dijitalleşme ve modernite bizim ruhsal açıdan köşeye sıkışmamıza ve varoluşsal vakum yaşayarak anlamsızlık hissi yaşamamıza yol açtı. Sosyal ilişkilerin sınırlanması, telefon rehberimizde binlerce isim olmasına rağmen dertleşebilecek dostlarımızın sayısının azalması ve sanal doyumlar arama eğilimimizin giderek artması bizi doğamızdan kopardı. Haz elde etse bile birçok şeyde insanların doyum elde etmesini güçleştirdi. Bu nedenle içimizdeki eskiye dönme yönündeki nostalji arzusu giderek artış gösterebilir ama bu eski bir önceki değil birkaç önceki eski olabilir. Mahalle-köy yaşamına ilginin artması, köy-kent projelerinin oluşması, insanların doğaya ve toprağa dönme isteğinde yoğunluk yaşanması gibi olgular gözlemlenebilecek. Son zamanlarda ultra zenginlerin minimalist yaşama yönelmeleri ve en az ev eşyasıyla günlük yaşamlarını sürdürmeye çalışmalarının örnekleri artabilecek. Doğaya ve sadeliğe dönme veya birkaç salgından sonra dönmek zorunda kalma ihtimaline karşı tarım yapma, sebze ve meyve dikme, etinden ve sütünden faydalanılan hayvanlar yetiştirme gibi kent yaşamına pek uygun olmayan eğilimleri doyurmak üzere endüstriler ve kurslar açılabilecek. Bazılarımız yemek yapmayı öğrenmeye çalışacak, evinde traş olma, ekmek yapma ve dikiş dikme gibi becerileri kazanmak için birçok hobimizi feda edebileceğiz.
Tatil ve turizm alışkanlıklarımızda önemli değişiklikler olacak. Artık kapalı yerler, müzeler ve otelleri tercih etme eğilimi giderek azalacak, daha izole ve insanlardan uzak yerlerde tatil yapmayı tercih edenlerin sayısında ciddi artışlar olacak. Mart ve nisan aylarında karavan satışlarının %300 artması bunun bir ön göstergesi olarak görülebilir. Çadır turizmi, kamp yapma ve doğada tatil yapma gibi eğilimler de artış görülebilir.
Turizm-eğlence-alışveriş kültürümüzde de köklü ve kalıcı değişimler gözlemlenebilecek. Sosyal mesafe uygulamasından dolayı, sinemalar, konserler, lokantalar, oteller ve uçaklar belki de yarı kapasite ile çalışmak durumunda kalacağı için bu sektörlerdeki hizmetlerin fiyatları iki kata yakın oranlarda artabilecek. Bunun sonucunda birçok kişi için bu tür tatil ve eğlence alanları lükse dönüşebilecek. Bu nedenle evde yemek yemek, evde eğlenmek, bahçede veya köy evlerinde tatil yapmak gibi yeni alışkanlıklar gelişecek.
Spor da salgından önemli oranda etkilenecek sektörler arasında olacak. Sosyal mesafe kuralından dolayı maçlar büyük oranda ve sıklıkla seyircisiz oynanmak durumunda kalacağı için evden maç izleme ve tezahürat yapma gibi teknolojiler gelişecek. İnsanların evlerinde tribündeymiş hissiyle maç izlemelerine olanak sağlayacak ortamlar oluşturulabilecek.
PEKİ BİR BUHRANA DOĞRU MU GİDİYOR İNSANLIK?
Bu sorunun cevabı içimizde gizli. Maneviyatımızı güçlendirir, doğamıza ve fıtratımıza uygun davranır, dua, hasbilik, ibadet, kanaat, şükür ve tevekkül gibi bizi uzun vadeli onaracak araçlara yönelirsek psiko-sosyal açıdan daha güçlü hale geleceğimiz muhakkak. Yaşadığımız her sorunun, afetin ve hatta anın Yüce bir Yaradanın emri ilahisi doğrultusunda gerçekleştiğini bilmek, kader ve kazaya inanmak bizi güçlendirecek. Aile ilişkilerimizi güçlü tutmamız, inancımıza sahip çıkmamız ve ilkeli yaşamamızın katkısı büyük olacak.
Ancak bireycilik, hedonizm, metaryalizm ve lüks düşkünü bir hayatın yolcusu olmak, teberrüce (cazibeli olmaya ve davranmaya çalışma, bir tür histrionizm, teşhircilik) ve tekasüre (böbürlenme, hayatı alttan almama, kendini büyük görme) yönelmemiz durumunda salgın gibi kitlesel sorunlarla yüzleştiğimizde maddi ve manevi kaybımızın daha fazla olacağı gerçeğini kendimizden gizleyemeyeceğimiz için psikolojik açıdan zedelenme oranımız son derece yüksek olabilecek. Mahremiyetimize ve özelimize özen göstermek, bunları sosyal medya aracılığıyla kimseyle paylaşmamak, moda ve materyalizmin tuzağına düşmeden yaşayabilmek bizi dayanıklı hale getirirken, kapitalizmin ve modernitenin kıskacında kendimizi aldatarak yaşamamız durumunda psikolojik kırılganlığımız artacağı için bu tür afetlerden sarsıcı oranda etkileneceğiz.