27 Mayıs’ın Ankara’daki görgü tanıklarından biri olan Teoman Duralı, tarihe kara leke olarak kazılan o günlerde yaşananları çarpıcı anektodlarla anlattı. Duralı, darbenin sebebi olarak ise tek bir ana sebep gösterdi: Menderes Temmuz’da Moskova’ya gidecekti.
27 Mayıs 1960 Türk siyasi tarihine bir kara leke olarak yazılmıştı. O güne tanıklık edenler ise gerçekleşen utanç verici olaylara sadece zamanın penceresinden bakmakla kalmamış ve hayatlarına yansıyan bu acı tecrübeyi bire bir yaşanmışlıklarıyla hafızalarına not etmişti. O isimlerden biri olan felsefeci, akademisyen Teoman Duralı’ya 27 Mayıs’ı sorduk. Teoman Hoca daha önce defalarca dile getirdiği o günleri yakın zamanda tarihe tanıklığını anlattığı “Öyle Geçer Zaman Ki” isimli kitabında tüm netliği ile anlatmıştı. O satırları paylaşabileceğimizi söyledi. İşte o tarihte Ankara’da 17 yaşında bir genç olan fikir adamı Teoman Duralı’nın gözünden ve sözünden 27 Mayıs 1960…
TEOMAN DURALI’NIN GÖZÜNDEN 27 MAYIS
… 27 mayıs sabahı dört sularında önce tepkili uçakların sesiyle uyandık. Atış sesleri geliyordu. Yataktan fırladık. İlk iş radyoyu açtık. Hışırtıdan bir süre sonra marş çalmaya başladı. Ardından sert, kaba bir erkek sesi, Alpaslan Türkeş –daha tanımıyoruz tabii o zaman: “Türk silahlı kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır” dedi. Babam “hep böyle olur; babamın fesini de yazıyı da böyle iptal ettiler, şimdi de seçtiğimiz hükümeti indirdiler” dedi. Arkasından dizlerine vurup Adnan Menderes’e lanet yağdırdı: “Ah Adnan beğ, ah, kıllarını cımbızla yolmalı! Başımıza bu belâyı sen sardın, bunlardan bir daha kurtulamayacağız; asker bir kere gelmeyegörsün, bir daha gitmez” dedi. 1960tan 2016ya değin de gitmedi. 2010da bir belleri kırıldı; haklıydı haksızdı, ama üstümüzdeki o heyula biraz olsun zayıfladı. Asıl kırılma 15 temmuzda yaşandı.
Ağabeyim o sırada Antepteki askerlik süresini tamamlayıp Ankaraya dönmüş ve askeri istihbaratta çalışmaya başlamıştı. Dört gözle bekledik. O gece eve gelmedi. Öğleye doğru girdi kapıdan. Çok heyecânlıydı. Galatasaraylı, daha sonra istihbaratçı olmanın beraberinde getirdiği havayla son derece Kemâliydi. Demokrat Parti de ona göre gericiydi…
… Ağabeyim gelir gelmez (babam) ondan sigara istedi. Hâlbuki aynı markadan içmezlerdi; ama gözü onu görecek halde değildi. “Ne oluyor?” dedi. Ağabeyim “bir karışıklık var baba, ordu silsileyimerâtibe dayanarak darbeye girişti” dedi. Sokağa çıkma yasağı henüz ilan edilmemişti. Ortalık karmakarışıktı. Bol kese hamur yemiş koca göbekli mahalle karıları önlerini, arkalarını sallaya sallaya sokakta bir aşağı, bir yukarı koşuşturup duruyor, köşebaşlarını tutmuş gencecik harbokulu öğrencilerini öpüyor; kimisi ellerindeki sürahilerden bardak bardak su sunuyor, bağıra çağıra Demokrat Partililerin evlerini gösterip doğru yanlış ihbarda bulunuyordu. İşte o sırada Gâzi Mustafa Kemal Bulvarına bakan penceremizin önünden bir çöp kamyonu geçmekteydi. Annem, babam, ablam, ben… hepimiz penceredeydik. Çöplerin içinde gömülü zâtımuhterem, İçişleri Bakanı Nâmık Gedik beğ. Nedense bizim pencereye şaşkın şaşkın bakıyordu. Hani neredeyse göz göze gelmiş gibiydik. Aramızdan biri, kim, seçemiyorum, “Aah Nâmık Gedik değil mi?” diye sordu. Cevabı veren babamdı: “Allahım olacak iş değil, evet Nâmık beğ!”
Demokrat Partililerin evlerini ihbar eden kadınlar “yuh! namuzsuz, hırsız, katil” diye bağırıyorlar. Rahmetli Nâmık beğ de, boş gözlerle onlara bakıyor. Oradan Harbokuluna götürülüyor. Kendini pencereden atmış, intihar etmiş diye işittik daha sonra. İntihar etmişse ağabeyime göre “Joseph Goebels gibi davranmış”mış. İtildiği söylentisi de dolaştı. İçişleri bakanı olduğundan, kolluk kuvvetleri ona bağlıydı. Adnan Menderes’in ardından en fazla nefret salvolarına maruz kalan kişiydi. Bahsetmiştim, Harbokulu talebeleri kıyma makinasından geçirilmiş sözde. Kimse öldürülmüş değildi. Kazara Beyazıt meydanında bir genç, tankın altında ezilmişti. En fazla iki veya üç kişi ölmüştür hadiselerde. Bunlar da kazayla; kasıtla ölen yok bildiğim kadarıyla. Sonraları adamın adını üniversitenin lokantasına verdiler. Kolluk/polis memuru Bumin Yamanoğlu’na da demediklerini, yapmadıklarını bırakmadılar. Milleti yatırıp boğazını kestiği v.b. söylentileri yüzünden polis arabasının arkasına bağlayıp sürüklemişler.
27 mayıs sabahı Adnan Menderes, Eskişehirdedir. Oradan Kütahyaya geçerken derdest ediyorlar. Celâl Bayar’ı teslim almak maksadıyla da Çankayayı basıyorlar. Bayar tabancasını çekip şakağına ateş edeceği sırada elini yakalamışlar. Bayar, Yassıada mahkemelerinde hiç bel vermemiştir. Savaşçı bir adam, komitâcı zaten. Adnan Menderes tam tersi.
Tabi daha sonra rahmetli Adnan Menderes idama götürülür. Bütün idamlıklar, Yassıadadan İmralıya tekneyle sevk edilir, karaya çıktıktan sonra da kendilerini selamlayan darağacına doğru yürürler. Önce Bayar asılacak, ardından sırayla öbürleri. O arada İmralıya bir başka motor yanaşır ve içinden bir yüzbaşı atlar, koşarak idama götüren kumandana bir şeyler fısıldar. Adam durup “tamam o hâlde bildir” diye emreder. O da solundaki Bayar’ın omzuna elini atıp “Celâl beğ, hadi işiniz iş, sizi affettiler, ölümden kıl payı döndünüz” der. Bayar, istifini bozmadan adamın kolunu hışımla iter: “Yüzbaşı, yüzbaşı biz ne ölümler görüp geçirdik. Laubâliliğeyse hiç mi hiç alışamadık!” deyip tersler.
O zaman televizyon yok. Sinemaya gidiyorsunuz, filmin başlamasına değin yarım saat kadar, sonraki yıllarda televizyon haberlerini andırır, o hafta olup bitenler anlatılırdı. Haberlerin yüzde sekseni Yassıada mahkemelerine ayrılırdı. Rahmetli Menderes hep gözümün önündedir. Boyunbağını takmış, koyu renk takım elbisesini giymiş halde sıranın altında tuttuğu mendille ellerini süreklice oğuşturmaktaydı. Savcı, terbiyesizin önde gideni, hakim Salim Başol –çeke çeke ölmüş- da öyle. Günün gazeteleri “sâbık, sâkıt başbakan ve DPlilerin yargılanması” başlığı altında o müsâmerevari duruşmaları okuyucularına iletmekle meşğûldüler…
… O mahkemelerde Türkiye’yi rezil ettiler. Savcı, kadın donu çıkartıp salladı. Sözde Menderes’in makam odasında çekmeceden çıkmış. Öbür taraftan Bayar’a Afgan Şahı tarafından hediye edilmiş Afgan tazısı dava konusu kılındı. Bayar’ın Ankaradaki hayvanat bağçesine gönderdiği hediyeyi getirip yolsuzluk yaptı diye dosyaya koyuyorlar.
… (Darbede) Yüksek rütbelilerden albaydan yukarısı, yâni paşa olan kimse yoktu. Orgeneral Ragıp Gümüşpala’yı çağırıyorlar fakat o reddediyor; darbeyi bastırmak üzre Ankaraya yürüyeceğini bildiriyor. Bu, bayağı korku yaratıyor. Albay takımından Cemal Madanoğlu, Alparslan Türkeş ve birkaç tâne daha var; gerisi binbaşı, yüzbaşı. Türk ordusu buna alışık değil. Bunun üzerine o gün ikindi vaktında İzmire gidiyorlar, daha önce emekliye ayrılmış (eski) Kara Kuvvetleri Kumandanı Orgeneral Cemal Gürsel’e “gel, başa sen geç; başka türlü yürütemeyeceğiz” diyorlar. Gürsel kabul edip Ankaraya geliyor. İlk iş Gümüşpala’yı Ankaraya çağırıp “sakın bir şey yapma, bizi iç savaşa sürükleme” şeklinde bir uyarıda bulunuyor. Ardından Gümüşpala emekliye sevkediliyor, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun Paşa da tutuklanıyor. İhtilâl kansız biçimde, kan dökülmeden gerçekleşiyor. Tabii, iyi bir şey böyle olması. Demokrat Parti yahut Menderes ve Bayar idâresinin aymazlığının da açık bir belgesidir. Bir kere, Bayar askerin kendisine başkaldıracağını hiç düşünemiyor. 1957den itibâren haberler geliyor, cuntalar kuruluyor v.s. Hiçbir vakıt ciddiye almıyor. İsmet Paşanın her şeyden haberi var o sırada. Teşvik ediyor mu, etmiyor mu bilmiyoruz; fakat ediyordur tahminen, çünkü Mecliste Demokrat Partililere 1960 mart ve nisanında “sizi ben bile kurtaramam” diyor.
Türkiye genelinde bakarsak darbe sabahı her şey çok belirsizdi. Cemseler geldi ve içlerinden tüfekleriyle Harbokulu talebeleri çıkıp yolağızlarını tuttular. Ahalinin yüzde sekseni Halk Partiliydi ve bunlar ellerinde ekmek, ayran, ne varsa askerlere veriyorlardı. Bir de “orada Demokrat Partili oturuyor, şurada Demokrat Partili var” diye işâret ediyorlar. “İşte,” dedi babam “milletimizin karakteri!”
Müdhiş bir hınç vardı. Bugünkü kutuplaşmalar için “tarihte görülmemiş” diye bahsedilir. O günlerde kahvâneler bile ayrılmıştı: Halk Partisinin, Demokrat Partinin kahvânesi. Bir Demokrat Partili olarak Halk Partili kahvânesine giremezdiniz, döğerlerdi yahut tam tersi olurdu. Niye bu olaylar patlak verdi? Demokrat Partinin sertleşmesi, iktisadi durum v.b. bütün bunlar tâli sebepler. Asıl sorun, Menderes’in 1959da Amerikadan yüz bulamayıp Rusyaya yönelmesi. Temmuzda Moskovaya gidecekti; Ruslar bütün inşâatlarımızı üstleneceklerdi. Hattâ bir şart öne sürmediler bununiçin…
* Teoman Duralı’nın ifadeleri Öyle Geçer Ki Zaman – Teoman Duralı Kitabı – isimli Ali Değermenci ile yaptığı söyleşinin derlendiği ve Turkuvaz Kitap tarafından basılan kitaptan alınmıştır.